14 Aralık 2007 Cuma

ÖNCE AŞK VARDI


Beyit dediğimiz, en büyüğü 10-12 kelimeden oluşan iki dizelik söz öbeği ve Divan Şiiri geleneğinin temel şiir birimi. Şair lugatten öyle 12 kelime seçmek zorundadır ki, kendisinden evvel bir araya getirilmemiş bu 12 kelime, bir araya geldiğinde iç içe geçmiş bir anlam helezonu olsun. Arapça’da beyt kelimesi “ev”; mısra ise “kapı” anlamına gelir. Yani bir beyit, içindeki “mana” denilen insanla görüşmek üzere kapısından girilen bir evdir. Beyit kelimesinin manası üzerine söylediğimiz bu kırık dökük ifadelerden sonra, yazımıza başlayabiliriz.

Önce aşk vardı... Divan şairleri, Tanrı’nın güzel olduğuna ve güzeli, güzelliği sevdiğine inanırlar. Şairin işi de güzeli anlatmak değil midir ki? Aşk, her şeyden önceydi... Mevlana’nın ifadesiyle alemler aşk için yaratılmıştı...

Aşk, aklı ve maddeyi yok edecek kadar güçlü bir duygudur şiirlerde. Her şair, cinnete yakın bir noktada duran bu duygunun esiri ve tercümanıdır. Kendilerini bülbüle ve pervaneye benzetmeleri de bundandır. Onlar – kendilerini umursamayan ve umursaması da mümkün olmayan – güllere hayatları boyunca bağlılık duyan bülbüller kadar samimi ve en sonunda vücudunu aşkın ateşinde eriten pervaneler gibi fedakardırlar. Bela ve dert içinde bir ömür vadeden bu aşk, aşıkın tercihi değil, mecburiyeti ve onurudur.

Bir zamanlar Aşıklar vardı; koca bir milletin kaderini sırtına alan veya suya seccade salan aşıklar... Aşıklar vardı; dünyayı bir lokma ve bir hırkadan ibaret bilen ama bir bakışta bin gönle isabet eden aşıklar... ve yine Aşıklar vardı; gülü solmayan, keşkülü dolmayan aşıklar...

Osmanlı kültürünü şiirin aynasından aşk ile vermeyi amaçladığı kitabın ana teması da aşk. Yazar önsöz yazmak yerine okuru, kitaptaki şiirsel ve aşk dolu satırlara alıştırmak üzere Osmanlı kültürünün entelektüel kesimini yansıtan Divan şiirine yaklaştırıyor. Halk şairleri gibi Divan şairlerinin de ancak ve sadece kendi aşk serüvenlerini anlatma derdinde olduğunu, bu derdi yani divan şiirini anlamak içinde onu doğru değerlenmek gerektiğini belirtiyor. Bunun içinde elbette ait olduğu medeniyet ve kültür dairesini hakkıyla tespit etmek gerektiğini kulağımıza küpe yaparak şiirsel bir yazım dili kullanılmış kitabı okumaya devam ediyoruz

“Hayal ve Mavera” ve “Hayat ve Macera” olarak iki kısma ayrılan kitabın ilk bölümünde özellikle aşka, aşkın bin bir yüzüne sesleniş var. Yazar, Sufi diliyle Aşk'ın anlatıldığı bölümü Ebu Ali Rubari'nin "Tasavvuf; bin kez kovulsan bile sevgilinin kapısında diz çökmektir!" sözünün altında açıklıyor. Ölüme Gülümsemek bölümüyle de aşkın, ayakları yere basarken dahi ölüme en yakın ruh hali olduğunu fısıldıyor. "Günde bin kez ölürüm mihnet- i canan ile ben /Ey Felek ölmek ile korkutamazsın beni sen (Abdi)" İlk bölüm Allah aşkıyla yanan Mansur oğlu Hüseyin'in, Şeyhi Ümmi Sinan'ın, Yazıcıoğlu ve Aziz Mahmut Hüdayi Hazretleri gibi değerli zatların öyküleriyle tamamlanırken ikinci bölüm Hayat ve Macera kitabı başka bir boyuta taşıyor ve bizleri atalarımızın şiirlerine konu ettikleri temaların ilginç öykülerine sürüklüyor. Neler yok ki! Bülbül ve vazgeçilmezi Gül, şimdinin tiryakisi sigara ve kahve. O dönemin sözde şeyhleri, dilencileri ve rüya yorumcuları. Aşkın tıbba, şiire ve melodiye yansımasını anlatan bölümlerin verdiği hissiyatı ise ancak okuyarak anlayabilirsiniz.

Hepimizin malumu “divan şiirini sevdiren bir adam” var ve o vazifesini çok iyi yapıyor. Ama bu bir kişinin üstesinden geleceği bir iş mi? Bence çok zor. Muhteşem mazimizi daha muhteşem bir geleceğe bağlayacak bir köprü olmak istiyorsak, muhteşem mazimizi iyi tanımalıyız. “Önce Aşk Vardı” adlı çalışması ile bu yolda ilerleyen yazarımızın çabasını alkışlamak gerek. Yeni çalışmalarını sabırsızlıkla bekliyoruz...

Yusuf Türkoğlu